Notre Dame de Sion mezunları sizi 150. yılında tanıdı…
Başarılı çalışmalarınızı merak etmeye başladı. Saadet Özen’in hem bir gezgin, hem başarılı bir rehber, hem de bir belgesel yönetmeni ve aynı zamanda iyi bir araştırmacı olduğunu öğrendik. Bu yolculuk nasıl ve ne zaman başladı?
S.Ö: Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum ama hep sevdiğim işleri yapmak gibi bir şansım oldu. Bunu söylemem lazım. Hepsi birbirine bağlı oldu aslında. Gezmeyi sevdiğim için rehber oldum. Zaten arkeoloji okuyordum. Sonra galiba rehberlikte öğrendiklerim ve anlattıklarımın yüzeysel kaldığını fark ettikçe Osmanlı tarihi okumaya başladım. Derken kitabı yazdım. Kitabın belgeselini yaparken Can Dündar’la tanıştım. Belgesel işi de öyle başladı. Hepsi birbirini besliyor yani. Fakat artık rehberlik yapmıyorum. Şimdi sadece okul tarih alanında doktora yapıyorum ve belgeseller var.
Özellikle lise yıllarınızda aklınızda Notre Dame de Sion’un kapalı kapıları ardında kalan, gizemli tarihini araştırma fikri var mıydı?
Bu denli başarılı bir kitaba imza atacağınızı düşünüyor muydunuz?
S.Ö: O zamanlar günün birinde böyle bir kitap yazacağımı hiç düşünmemiştim. Kimin aklına gelirdi? Fakat özel bir yer olduğunun farkındaydım galiba. Binadan, koridorlardan, bahçeden dolayı. Ya da bana özel geliyordu, çünkü böyle ortamlara çok yabancı bir çevreden geliyordum. Bilmediğim kısmının bildiğim kısmından çok büyük olduğunu hissediyordum. Burası hem benim için, hem etrafımdakiler için yeni bir dünyayla, başka türlü insanlarla tanışmak, bu ortamda yaşamayı öğrenmek demekti.
Notre Dame de Sion sizin için ne ifade ediyor?
Okulumuzla ilgili paylaşmak istediğiniz unutamadığınız anlar var mı?
S.Ö: Notre Dame de Sion benim için hayatımın koca bir bölümü. Üstelik hayatımda ne yaptıysam, nasıl yaşadıysam kökü o zamana gider. Mesela Fransızca, ya da çok çalışmak, en önemlisi de benzemediğim, bana benzemeyen insanlarla birlikte yaşamanın yollarını bulmak. O yaşlarını insan istese de unutamıyor.
Hocalarla, idareyle bir sürü unutamadığım olay vardır, ama galiba en çok en üst katın merdivenleri içime işlemiş. Gençlik bunalımlarını herkes farklı şekilde atıyor, ben kabuğuma çekilmiştim. Teneffüste kantine gitmemek için evden yemek getiriyordum. Her gün elimde bir kitapla en üst kata çıkıyordum. O zaman orada sınav odaları yoktu galiba. En azından kimse gelip gitmiyordu. Kitap sabah otobüsle gelirken başlar, teneffüste, merdivende devam eder, otobüsle eve dönerken biterdi. Bu da haftada üçdört kitap ederdi. Bir daha ne o kadar keyifle, ne o kadar hızlı ve disiplinli kitap okumuşumdur. İçeriğini, kahramanların isimlerini unutmadığım yegane kitapların onlar olduğunu bazen fark ediyorum.
Aynı zamanda başarılı bir çevirmen olduğunuzu biliyoruz. Her yazarın farklı algılarını, farklı sözcüklerle yönetmek nasıl bir duygu?
İyi bir çevirmen olabilmek için genç mezunlarımızla paylaşacağınız ipuçları var mı?
S.Ö: Çevirdiğim kitapların sayısı altmış civarında. Şimdi, altmış kitabın hepsi başarılı değil mutlaka. Özellikle ilk başta yaptıklarım editörleri çok üzmüş olabilir. Her kitapta yeni baştan, sıfırdan bir işe başlıyorsunuz. Haliyle toptan başarı diye bir şey olmuyor. Bazılarına daha çok ısınıyorsunuz, bazılarını sevmiyorsunuz ama bir kere almış bulunuyorsunuz, bazılarına çok hevesleniyorsunuz, gelgelelim boyunuzu aşıyorlar. Fakat bir de çok sevip, kanınızın çok uyuştukları var. Çeviri, tiyatro oyunculuğu gibi. Ama tek bir karakter yerine kitabın bütün karakterlerinin, ayrıca onları yaratanın zihnine girmeye çalışıyorsunuz. Müthiş zor, üstelik sonuçtan hiçbir zaman emin değilsiniz. İnsanı çok huzursuz edebilir. Çeviri yapmaya bu kadar karşı propagandadan sonra yine de heves eden olursa, her şeye rağmen müthiş keyif verdiğini söyleyebilirim. Ama çok çalışmak lazım. Kesinlikle bir boş vakit işi değil. Yüzde beş yetenek, yüzde doksan beş çalışmakla giden bir iş. İlk çevirdiğiniz metin ne Türkçe, ne yabancı dil, arada kalacak. Sonra başına oturacaksınız. Bitince orijinale bakmadan bir daha okuyacaksınız. Her seferinde kendi cümleleriniz size yapay gelecek. Fakat bir kitapla, bir yazarla uğraşmak tuhaf bir oyun tadı veriyor.
Ve Ankara Belgeseli…
Sn. Selahattin Duman’ın kaleminden çıkan bir eseri bu güne kadar bilinmeyen yönleri ile başkent Ankara’yı anlatmak nasıl bir deneyimdi sizin için?
Belgesel ile ilgili bize biraz heyecan uyandıracak bilgiler verebilir misiniz, neler var bu belgeselde daha önce hiç duymadığımız, bilmediğimiz.
S.Ö: Ankara Cumhuriyet’in şehircilik laboratuarıydı. Ankara’da kurulacak yepyeni başkent, üslubuyla, yaşama tarzıyla yeni rejimin başarısının bir simgesi olacaktı. O nedenle çok özenildi, çok planlı bir şekilde hareket edildi. Gerek şehir planları, gerek bunların uygulanışı, ve nihayet uygulanamayışı bize Türkiye’nin siyasi ve kültürel hayatıyla ilgili çok şey söylüyor. Ankara belgeseli çok önemli bir deneyim oldu. Selahattin Duman tabii bir yazı ustası, ama görüntüye metin yazmaya alışık değildi, biz de belgesel ekibi mizahı da içeren bir üslupla belgesel yapmaya. Belgeselin ana ekseni Selahattin Duman’ın üslubuydu. Biz aslında onun metnini belgesele uygun hale nasıl getiririz, onunla işbirliği içinde buna cevap aradık. Her bölümü ayrı bir hikayenin etrafında kurduk. Yani, Ankara’nın Osmanlı dönemi demedik, onun yerine Ankara keçilerinin hikayesi dedik, bütün o dönemi öyle anlattık. Kara tren hikayesiyle, aslında Kurtuluş Savaşı dönemini anlattık vb.
Yurt içi ve yurt dışında pek çok arşivi taradık, müzayedelerden malzeme topladık, tek bir fotoğraf için on tane kapıyı çaldık. Anlattığınız konu ne kadar zengin olursa olsun, belgesel iyi hikaye anlatmakla ve bunu görsel malzemeyi kullanarak yapmakla ilgili bir şey. Yani çok ilginç bir hikayenin görsel karşılığı yoksa işleyemiyorsunuz, ya da belgesel tam orada bel veriyor. Akış kopuyor, hikaye akmıyor. Bu sırada mesela Fransa’da bir müzeden 1922 yılından Ankara’nın Kurtuluş Savaşı sırasındaki halini gösteren görüntüler bulduk. Aralarında Mustafa Kemal Paşa’nın, Meclis’in, Sovyet elçiliğinin, Ankara’daki Ermeni Kilisesi’nde Noel ayininin filmleri var. Cumhuriyet döneminden Anıtkabir’in inşaatı, Ankara’ya düşen uçak, 1950’ lerde yaşanan sel…
Daha birçok olayın görüntüsü ilk kez bu belgeselde kullanıldı.
Belgesel alanında çalışmak isteyen genç mezunlarımıza önerileriniz neler?
S.Ö: Gerçi belgesel işinde ben de henüz talebelik aşamasındayım. Öğrenmek için kendim neler yapıyorum, onu söyleyebilirim. Sürekli belgesel seyrediyorum, bu bir. İkincisi, artık kameralar eskisi gibi hantal değil. Küçük bir tane edinip sürekli çalışmanın faydası var. Hatta kurgu programlarını biraz karıştırmak da iyi olur, çünkü film masa başında pişen, olgunlaşan ve biten bir şey. Bir de, en önemlisi, küçük hikayeler anlatmayı öğrenmek lazım, büyük hikayeyi o zaten kendiliğinden aktaracaktır, bana öyle geliyor.
(NDS 04) Feryal Kalafatoğlu